Başımıza yine bir felaket geldi. Yaralıyız. İçimiz kanıyor. Herkes seferber oldu. Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyecek bir yardım seli afet bölgesine akıyor.
Bu arada sosyal medyada da binbir çeşit paylaşım ile insanlar bu derdin nedeninin muhasebesini yapıyor.
Bir gazetecimiz, Japon bir Türkolog ile canlı bağlantı yapmış. Onu izledim.
Özetle diyalog şöyle:
-Efendim bizimle sizin aranızda ne fark var ki çözemiyoruz?
-Biz ellerimizi kavuşturarak dua ediyoruz. Siz ellerinizi göğe açıyorsunuz. Ancak biz her şeyi yüzde yüz yapınca dua ediyoruz. Siz ise başınıza geldikten sonra.
Japonya’da her bireyin başucunda bir düdük vardır. Binanın yıkılmayacağını bildiğimiz halde o düdük orada durur. Ve o düdük bir naylonun içindedir.
-Neden?
-Deprem sırasında toz girerse düdük ötmez de ondan.
İşte bu kadar ince bir ayrıntı ile mükemmelliğe gelmiş Japonlar.
Çok söze gerek yok. Bu diyalog bile yeter.
Ben 3 yıl önce bir yazı kaleme almıştım. Şimdi o yazıya geçelim. Sonra da bir dipnot ile bitireyim.
ALLI PULLU BİR MEKTUP
Antik şehirlerin birçoğu deprem sonrası çıkan salgın hastalıklar yüzünden terk edilmiştir. Bunu neredeyse bilmeyen yoktur. O zamanki taştan tuğlalar, büyük mermer sütunlar, kemerler cılkını çıkarmıştır insanların. Depremden sonraki ilk gün yayılan koku bile artık yaşanmaz bir yer haline getirmiştir orayı. Sağ kalan insanlar ardına bile bakmadan kaçıp gitmişlerdir.
Gelelim günümüze...
Marmara Depremi, allı pullu bir mektup gibi postaya verilmiş bekliyor. Ha bugün gelecek ha yarın gelecek diye elimiz böğrümüzde bekliyoruz.
Artık şehirlerde milyonlarca insan yaşıyor. Hele İstanbul’u deprem sonrası düşünmek bile istemiyorum. 1999 depremiyle aynı ya da üstü şiddette bir deprem yaşanırsa sonrası ne olur? Yakın geçmişimizde bir örnek var: Van Depremi. Bütün ülke seferber olduğu halde onlarca gün ulaşılamayan insanlar oldu. Ve görüntüler hepimizi dehşete düşürdü. Bazı binaların yıkılma görüntülerinde, adeta kumdan kale gibi devrildiklerini izledik. Birçok insan yaşadıkları travmayı atlatamayıp şehri terk etti.
Şimdi dönelim bu felaketi yaşayan İstanbul’a. Evler çoğunlukla yüksek katlı, eski ve çürük durumda. Yüzde doksan dokuzunun ucuza mal olsun diye malzemesinden çalınmış. Yani kesinlikle yıkılacaklar!
İstanbul’u yıllarca benim gibi sokak sokak arşınlayanlar bilirler. Hiç İstanbul’a gitmemiş olanlar da en azından fotoğraflarını görmüştür. Böyle bir felaket olduğunda sokaklarına girilmesi mümkün olmayacak. Nedeni ise son derece basit; sokak diye bir şey kalmayacak da ondan.
Diyelim ki deprem oldu ve tüm ülke seferberlik halinde yardıma gidecek. Bayram sonrası bile normal şartlarda evine dönerken yarım saatlik yolu beş saatte giden İstanbulluyu, viyadükler yıkıldıktan, sokaklar yok olduktan, adresler silindikten sonra kurtarmaya nasıl gidilecek? Tek çözüm enkazların üzerinden yürüyerek gitmek olur ki o da pek mümkün değil!
Hadi diyelim gittin, enkaz altındaki sevdiğinle telefonla konuşsan, WhatsApp’tan mesajlaşsan ne olacak? On katlı evin üçüncü katında oturan birini bina üstüne çöktükten sonra eşeleyerek çıkaracak değilsin ya!
Maalesef tüm şehir canlı cenaze mezarlığına dönüşür.
İstanbul merkezli büyük bir deprem olduğunda yakınındaki birçok şehir de hasar görür. Örneğin İzmit Depremi’nde Bursa sadece on saniye ile büyük bir felaketten kurtuldu. On saniye daha sürse özellikle ovada çok az yapı ayakta kalırdı. Bunu bizzat yaşayanlardan biriyim. Peki, o zaman İstanbul’a kim gidecek, nasıl gidecek, nereden gidecek?
Varsayalım civar illere bir şey olmadı ve yardıma koşulabildi. İş makinaları İstanbul’un dışından enkaz kaldırma çalışmalarına başladığında acaba şehrin merkezine kaç yılda ulaşır? Milyonlarca yaralıyı hangi hastane alır? O kokuya kim dayanır? Kurtarma çalışmalarına gelen gönüllülerin durumu ne olur? En basit tuvalet ihtiyaçları dahi karşılanamaz, barınma ve beslenme ise tamı tamına ve tek başına deprem kadar büyük bir soruna neden olur.
Bu tam bir kıyamettir artık! Kimsenin kimseye yardım edemediği, enkaz altındakilerin ölü ya da yaralı bir an önce kurtulması için dua edilen büyük bir kıyamet… “Deprem kış olursa insanlar daha çabuk ölür, koku az olur, salgın hastalık da oluşmaz ya da yayılmaz” diye düşünemeden edemediğimiz felaket...
Ve sonra sağ kalanların göçü…
En az on milyon insanın, başka şehirlere parasız, eşyasız, aç ve işsiz bir halde yolculuğunun sonucu; yağmalar, hırsızlıklar, gasp ve cinayetler...
Ve nihayet ülke ekonomisinin hüzünlü hali..!
Şair, “Kimimiz nutuk attık, kimimiz öldük” demiş ya. Ben de “Yıllardır hepimiz nutuk dinledik ve bu yüzden hepimiz öleceğiz,” diyorum.
Allah geçinden versin ve nur içinde yatalım. Amin..!
Dipnot:
İnsanlığın ya da bizim burada kurduğumuz medeniyetin önünde daha kaç yıl var bilinmez. Ama bir gerçek var ki zararın neresinden dönülse kârdır. Cumhuriyetimizin ilk yüzyılı böyle geldi geçti. İkinci yüzyılında insanımızı bu makus kaderinden kurtarmak elimizde.
Hemen şimdi, bugün, elbirliğiyle, geriye bakmadan, günlük çıkar peşinde koşmadan önlemlerimizi alalım. Ve sonra yürek ferahlığı içinde ellerimizi gökyüzüne açıp dua ederiz bol bol…
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Özkan İrman
Dua lazım ama ne zaman?
Başımıza yine bir felaket geldi. Yaralıyız. İçimiz kanıyor. Herkes seferber oldu. Dünya’nın hiçbir yerinde görülmeyecek bir yardım seli afet bölgesine akıyor.
Bu arada sosyal medyada da binbir çeşit paylaşım ile insanlar bu derdin nedeninin muhasebesini yapıyor.
Bir gazetecimiz, Japon bir Türkolog ile canlı bağlantı yapmış. Onu izledim.
Özetle diyalog şöyle:
-Efendim bizimle sizin aranızda ne fark var ki çözemiyoruz?
-Biz ellerimizi kavuşturarak dua ediyoruz. Siz ellerinizi göğe açıyorsunuz. Ancak biz her şeyi yüzde yüz yapınca dua ediyoruz. Siz ise başınıza geldikten sonra.
Japonya’da her bireyin başucunda bir düdük vardır. Binanın yıkılmayacağını bildiğimiz halde o düdük orada durur. Ve o düdük bir naylonun içindedir.
-Neden?
-Deprem sırasında toz girerse düdük ötmez de ondan.
İşte bu kadar ince bir ayrıntı ile mükemmelliğe gelmiş Japonlar.
Çok söze gerek yok. Bu diyalog bile yeter.
Ben 3 yıl önce bir yazı kaleme almıştım. Şimdi o yazıya geçelim. Sonra da bir dipnot ile bitireyim.
ALLI PULLU BİR MEKTUP
Antik şehirlerin birçoğu deprem sonrası çıkan salgın hastalıklar yüzünden terk edilmiştir. Bunu neredeyse bilmeyen yoktur. O zamanki taştan tuğlalar, büyük mermer sütunlar, kemerler cılkını çıkarmıştır insanların. Depremden sonraki ilk gün yayılan koku bile artık yaşanmaz bir yer haline getirmiştir orayı. Sağ kalan insanlar ardına bile bakmadan kaçıp gitmişlerdir.
Gelelim günümüze...
Marmara Depremi, allı pullu bir mektup gibi postaya verilmiş bekliyor. Ha bugün gelecek ha yarın gelecek diye elimiz böğrümüzde bekliyoruz.
Artık şehirlerde milyonlarca insan yaşıyor. Hele İstanbul’u deprem sonrası düşünmek bile istemiyorum. 1999 depremiyle aynı ya da üstü şiddette bir deprem yaşanırsa sonrası ne olur? Yakın geçmişimizde bir örnek var: Van Depremi. Bütün ülke seferber olduğu halde onlarca gün ulaşılamayan insanlar oldu. Ve görüntüler hepimizi dehşete düşürdü. Bazı binaların yıkılma görüntülerinde, adeta kumdan kale gibi devrildiklerini izledik. Birçok insan yaşadıkları travmayı atlatamayıp şehri terk etti.
Şimdi dönelim bu felaketi yaşayan İstanbul’a. Evler çoğunlukla yüksek katlı, eski ve çürük durumda. Yüzde doksan dokuzunun ucuza mal olsun diye malzemesinden çalınmış. Yani kesinlikle yıkılacaklar!
İstanbul’u yıllarca benim gibi sokak sokak arşınlayanlar bilirler. Hiç İstanbul’a gitmemiş olanlar da en azından fotoğraflarını görmüştür. Böyle bir felaket olduğunda sokaklarına girilmesi mümkün olmayacak. Nedeni ise son derece basit; sokak diye bir şey kalmayacak da ondan.
Diyelim ki deprem oldu ve tüm ülke seferberlik halinde yardıma gidecek. Bayram sonrası bile normal şartlarda evine dönerken yarım saatlik yolu beş saatte giden İstanbulluyu, viyadükler yıkıldıktan, sokaklar yok olduktan, adresler silindikten sonra kurtarmaya nasıl gidilecek? Tek çözüm enkazların üzerinden yürüyerek gitmek olur ki o da pek mümkün değil!
Hadi diyelim gittin, enkaz altındaki sevdiğinle telefonla konuşsan, WhatsApp’tan mesajlaşsan ne olacak? On katlı evin üçüncü katında oturan birini bina üstüne çöktükten sonra eşeleyerek çıkaracak değilsin ya!
Maalesef tüm şehir canlı cenaze mezarlığına dönüşür.
İstanbul merkezli büyük bir deprem olduğunda yakınındaki birçok şehir de hasar görür. Örneğin İzmit Depremi’nde Bursa sadece on saniye ile büyük bir felaketten kurtuldu. On saniye daha sürse özellikle ovada çok az yapı ayakta kalırdı. Bunu bizzat yaşayanlardan biriyim. Peki, o zaman İstanbul’a kim gidecek, nasıl gidecek, nereden gidecek?
Varsayalım civar illere bir şey olmadı ve yardıma koşulabildi. İş makinaları İstanbul’un dışından enkaz kaldırma çalışmalarına başladığında acaba şehrin merkezine kaç yılda ulaşır? Milyonlarca yaralıyı hangi hastane alır? O kokuya kim dayanır? Kurtarma çalışmalarına gelen gönüllülerin durumu ne olur? En basit tuvalet ihtiyaçları dahi karşılanamaz, barınma ve beslenme ise tamı tamına ve tek başına deprem kadar büyük bir soruna neden olur.
Bu tam bir kıyamettir artık! Kimsenin kimseye yardım edemediği, enkaz altındakilerin ölü ya da yaralı bir an önce kurtulması için dua edilen büyük bir kıyamet… “Deprem kış olursa insanlar daha çabuk ölür, koku az olur, salgın hastalık da oluşmaz ya da yayılmaz” diye düşünemeden edemediğimiz felaket...
Ve sonra sağ kalanların göçü…
En az on milyon insanın, başka şehirlere parasız, eşyasız, aç ve işsiz bir halde yolculuğunun sonucu; yağmalar, hırsızlıklar, gasp ve cinayetler...
Ve nihayet ülke ekonomisinin hüzünlü hali..!
Şair, “Kimimiz nutuk attık, kimimiz öldük” demiş ya. Ben de “Yıllardır hepimiz nutuk dinledik ve bu yüzden hepimiz öleceğiz,” diyorum.
Allah geçinden versin ve nur içinde yatalım. Amin..!
Dipnot:
İnsanlığın ya da bizim burada kurduğumuz medeniyetin önünde daha kaç yıl var bilinmez. Ama bir gerçek var ki zararın neresinden dönülse kârdır. Cumhuriyetimizin ilk yüzyılı böyle geldi geçti. İkinci yüzyılında insanımızı bu makus kaderinden kurtarmak elimizde.
Hemen şimdi, bugün, elbirliğiyle, geriye bakmadan, günlük çıkar peşinde koşmadan önlemlerimizi alalım. Ve sonra yürek ferahlığı içinde ellerimizi gökyüzüne açıp dua ederiz bol bol…