İnsanlık olarak hiç bilmediğimiz ve daha önce tecrübe etmediğimiz bir hayat formasyonundan geçiyoruz. Aralık sonu itibarıyla Çin’in Wuhan kentinden çıkan bir virüs, bugün küresel bir salgına yani pandemiye dönüşmüş durumda. Bu durum insanları sosyal izolasyona, her türlü temastan uzaklaşmaya ve nihayetinde çok sıkı bir karantinaya mahkûm bırakıyor. Çin başta olmak üzere ülkeler sanki farklı bir gezegene itilmiş gibi sahillerine gemilerin yanaşmadığı, fabrika bacalarının tütmediği, üretimin durduğu ve paranın dönmediği hayalet şehirlerden ibaret hale geliyor. Hiç bitmeyen ve milyonlarca insanın hayatına mal olan Ortaçağ veba salgınları döneminde İtalya’da ortaya çıkan ve “kırk gün” anlamına gelen karantina, hayatın garantisi olarak takdim ediliyor.
Özetle tüm dünya olarak durduk. Bu durma eylemine ölüm korkusu, belirsizlik ve kalanlar için gelecek endişesi eşlik ediyor. Bir boyutuyla –normal şartlarda- hızlı akan modern hayatın mütemadi/biteviye hengâmesi içinde durmak, bazen çok iyi ve elzem bir şey olarak görülmelidir muhakkak. Nitekim ünlü Fransız filozofu Alain, “düşünmek için durmak lazımdır” diyor. Hele hele baş döndürücü bir hızla, rekabeti, hırsın ve uzun emellerin belirlediği günümüz dünyasında durmak, nefes almak, geldiğiniz yeri hazmedip özümsemek ve sağlam ve şümullü bir muhasebenin ardından geleceği inşa adına yeni ve akıllı hamleler yapmak için bulunmaz bir nimet.
Aynı zamanda durmak, tefekkür için de geniş imkânlar sunmakta bize. Aslında bu hayatı yaşamadığımız, ancak sadece – yaşadığımızı zannettiğimiz-hayatın içinden geçip gittiğimizi gösteren bir ayna. Hiç ölemeyecekmiş gibi biriktirilen hırs ve emellerin içlerinin ne denli boş olduğu daha iyi anlaşılıyor bu Korona günlerinde. Paranın, iktidarın ve şöhretin naçar kaldığı ve bu parıltılı dünyalara sahip olanlarla yarına bir şey bırakamamış olanları eşit şekilde tehdit eden bir “sefalette eşitlik” parametresi artık Korona virüsü. Artık “durmuş” olan dünya, umulur ki, düşünmektedir ve herkes kendi payına dersini çıkartma arayışındadır.
Sanki tabiat da bu evrensel kolektif durma eylemini adeta sevinçle selamlıyor. Küresel ısınma, hava ve gürültü kirliliği, vahşi hayatla insan ardındaki itidal problemi ve müzmin ve bezdirici trafik olgusu gündemdeki ayrıcalığını yitiriyor. Terör, uyuşturucu, organ ve insan ticareti gibi güvenlik sorunları, ülkeler arasında kayıkçı kavgasına dönen kronikleşmiş sosyo-politik rekabet alanları ve - daha önce köşemize müteaddit defalar - taşıdığımız NATO, AB ve BM başta olmak üzere uluslararası örgütlerin geleceği, Doğu Akdeniz’de enerji paylaşımı, Libya’da Hafter terörü ve Suriye’de iç savaşın yaratığı kaos ve anarşi sanki hiç yaşanmamış birer kurgudan ibaret olarak algılanabilir. Ne oldu da dün tüm ajandamızı olanca ağırlığıyla işgal eden bu mevzular bugün birden rafa kalktı? Ne oldu da Korona virüsü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren radikal bir parametre haline dönüştü?
Konunun uzmanları –bilimin soğuk ve ihtiyatlı diliyle- Çin yerel pazarlarında asla bir araya gelmemesi geren yabani hayvanların – kimine göre yarasa, kimine göre pangolin- ortak bir mekânda satılması ya da yenilmesinden kaynaklı bir virüs tarifi yapıyorlar. Haliyle bu izah, hiç de tatmin edici gelmiyor. Binlerce yıllık Çin mutfağının bu denli güçlü bir pandemiyi yaratabileceği –en azından bana- pek de inandırıcı gelmiyor. Her ne kadar SARS, MARS ve H1N1 gibi virüsler Çin patentli olsa da Ebola ve HIV Afrika kaynaklı idi. Hatta Trump’ın seçim şovuna dönüştürdüğü günlük ciddiyetsiz Korona hitaplarında kullanmaktan vaz geçmediği bir ibare var: Çin virüsü. Bunun ötesinde bu durumu ciddiye alıp Çin’e milyarlarca sterlinlik davalar açmaya hazırlanan bir Britanya gerçeğiyle de karşı karşıyayız.
Haliyle bilim dünyasının açıklamaktan aciz kaldığı bu korkunç olgu karşısında zihinler farklı çalışmaya başlıyor. İlk etapta hemen “komplo teorisi” (conspiracy theory) olarak görülüp çöpe atılabilecek ancak ufkumuzu zenginleştirme potansiyeli taşıyan varsayımlardan söz etmek istiyorum. Hem kim bilir belki komplolar da gerçekliğe dâhil olamaz mı ve büyük tablonun bir kısmını açıklarken gözden kaçan birtakım detaylar sunamaz mı? Bunların başında Amerika’nın virüsü kendi laboratuvarlarında üretip dronlarla Çin, İran ve İtalya’ya havadan boşalttığı varsayımı geliyor. Bu varsayımı güçlü kılan ise, virüsün en başta oldukça lokal bir intişar içine girmesi ve bu üç ülkenin ABD egemenliğine meydan okuyan alternatif bir düzenin içinde yer almaları. Hatırlanacağı üzere virüs, Wuhan’dan yayılmış ama küresel ticaretin ana damarları olan Pekin ve Hong Kong’da hiç varlık göstermemişti. Ne hikmetse Çin’den gelen virüs, en yakın komşular olan Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı pas geçmiş ve İran’a ulaşmıştı. Türkiye, Doğu Avrupa ve Balkanlara bulaşmaya tenezzül etmeyen virüs, birden İtalya’ya mitilini atıvermişti. Ayrıca ismi geçen üç ülkeden ikisi –Çin ve İran- Amerika’yı sıradan ve marjinal bir ülke haline dönüştürecek İpekyolu Projesi’nin ortakları değil miydi? Neden ABD, NATO’yu reddedip Avrupa Ordusu (PESCO) diye tutturan İtalya’yı vurmasındı? Nitekim Avrupa ordusunu talep eden Fransa Sarı Yeleklilerle terbiye edilmemiş ve İpekyolu projesinin bir diğer ortağı Rusya, petrole biçilen fiyatla perişan edilmemiş miydi?
Öte yandan Microsoft’un sahibi Bill Gates’in dünyadaki kaynakların sekiz milyar insana yetmeyeceği ve bu nüfusun azaltılması için biyolojik silahlara başvurulabileceği ve önümüzdeki savaşların konvansiyonel değil, biyolojik olacağı yönündeki söylemleri, bu kuşkuları tetiklemiyor mu? CIA ile bağlantısını gizlemeyen ve yukarıda sözünü ettiğimiz nüfus planlamasını Cehennem adlı romanında aktaran Dan Brown’un bugünkü durumu birebir tasvir eden ABD projelerinden başka romanlarında söz etmesi, bu virüsün biyolojik bir silah olarak üretildiği kuşkusunu perçinlemektedir. Daha da ilginç bir biçimde, -Dean Koontz 1981’de yayımladığı Eyes of Darkness (Karanlığın Gözleri) isimli romanında- Wuhan-400 adlı bir virüsten bahisle adeta bugünkü Korona virüsü ve verdiği tahribatı betimlemektedir. Buna bir de FBI’in geçen sene ABD’ye elinde virüs dolu çantayla girme teşebbüsünde bulunan Çinli işadamı hakkında raporunun düşmesi, üstüne üstlük Paris’te bulunan Pasteur Enstitüsü’nün 2003’te SARS, MERS ve CoVID-2 karşımı bir virüs üretme projesi için Avrupa Birliği’nden araştırma desteği alması eklenince kuşku yerini belirgin bir inanca bırakmaktadır. Ayrıca yakın zamanda ekranlarda yer alan Kore yapımı bir filmde Korona virüsünün –adını da vererek- nasıl ve niçin kurgulandığının diyaloglarla anlatılması ve hali hazırda FBI’ın başkan Trump’a virüs ortaya çıkmadan aylar önce brifing verdiğinin belgelenmesi ABD’de ve tüm dünyada büyük sansasyon yaratmaktadır.
Şu an için komplo gibi görülen ama hakikat olarak algılanması için sağlam temellere de sahip olan bu analizler, aslında geçmiş tarihsel tecrübeden de –fazlasıyla- destek almaktadır. Zira İlkçağlardan itibaren Ortaçağ Avrupa’sında ve daha yakın zamanlarda Avrupa’da biyolojik silahın ve öldürme amaçlı bakteri ve virüs kullanımının son derece yaygın olduğu ve bu durumun gayet normal olarak karşılandığı görülmektedir. Makalemizi uzatmamak için bu örneklere değinmiyoruz. Ancak bu konuda değerli araştırmacı ve yazar İbrahim Okur’un ve akademisyen Pınar Ülgen’in kitaplarını okumak faydalı olacaktır. Tabii bazı okuyucularımızın şu an ABD’de de Amerikan vatandaşları ölüyor ve hatta New York pandeminin merkezi oldu. Dolayısıyla bu iddiaları gerçek kabul etsek bile, ABD şüpheli olmaktan çıkıyor, dediğini duyar gibi oluyorum. Buna cevaben 11 Eylül 2001 terör saldırını hatırlatmak gerekir diye düşünüyorum. Zira ABD’nin bilgisi ve izni ile gerçekleştirildiği artık kanıtlanmış olan bu saldırılarda 3000 ABD vatandaşının ölmesinin Amerikan yönetimleri açısından hiçbir önemi yoktur. Eğer karşılığında Irak ve Afganistan’a girip dünya petrol trafiğini kontrol etmek söz konusuysa ABD, 3 milyon vatandaşını bile kurban edebilir. Burada komplo ile gerçeklik arasındaki asıl turnusol kâğıdı, aşı ve ilacın ne zaman piyasaya sürüleceğiyle alakalıdır. Önümüzdeki birkaç ay içerisinde virüs tehdidini tamamen ortadan kaldıracak aşı ya da ilacın bulunduğu dünya kamuoyuna ilan edilirse yukarıda sözünü ettiğimiz tüm kuşkucu yaklaşımların hakikatin bizatihi kendisi olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Zira normal şartlarda –uzmanlara göre- COVID-19 için aşı ya da ilaç en erken bir-bir buçuk yıllık zaman diliminde piyasaya sürülebilir. Zaten o zamana kadar böyle bir pandeminin yaşandığı bile unutulmuş olur.
Peki, ABD’nin – tüm bu iddialar doğru kabul edilirse – COVID-19’u üretip dünyaya musallat etmesinin nedeni nedir? Bu sorunun cevaplanmasında, ABD’de Trump etkisi (Trump effect) diye tanımlanan yeni yönetimin politikaları bize yol gösterici olacaktır. Trump yönetime geldiği ilk günden beri küreselcilere karşı savaş açmış ve içe dönmeyi ve korumacı politikaları çok katı ve istisnasız bir biçimde yürürlüğe koymuştur. Avrupa ve Çin’deki ABD şirketlerini geri çağırdı ve doları da mümkün mertebe içeri çekti. Bu durum tüm dünyada küreselleşme ve küreselleşmenin ideolojisi olan neo-liberalizmin sonu olarak yorumlandı. Kısaca, an itibarıyla korona virüsü Trump politikalarına yardımcı olmaktadır. Nitekim korona virüsü de küresel bir sorun olarak ortaya çıktı ama -Trump’ın önerdiği gibi- çözümler ulusal oldu. Öte yandan küresel ısınmanın İngiltere ve Kuzey Avrupa’da hayatı yakın gelecekte imkânsız hale getirmesi tehdidine karşı dünyanın altı ay kadar durdurulması fikri de tartışılmaktadır. Nihayetinde korku ve belirsizlik içinde yaşayan dünya kamuoyuna “işte aşıyı ve ilacı bulduk” nidalarıyla çıkacak ABD, tek devletli bir dünya imparatorluğu kurma amacına önemli ölçüde yaklaşmış olacaktır.
Öte yandan koronayla ortaya çıkan yenidünya daha fazla ırkçı, faşist ve hoşgörüsüz olacaktır. İkinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan düzen, nerdeyse tamamen çökmüştür. İspanya ve İtalya’da Avrupa Birliği bayrakları yakılırken, İMF ülke ekonomilerini nasıl çökerteceği ile ilgili planlar yapmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü küresel çaplı böyle bir felakete karşı nasıl mücadele edilmeyeceğini tüm beceriksizliğiyle sergilemiştir. Avrupa Birliği ülkeleri birbirlerinin sağlık malzemelerini çalmışlar, birbirlerine yardım için tesis edilen kurum, fon ve süreçleri işletmemişler ve aşırı bireysel ve acımasız bir siyaset izleyerek ilişkilerinde ileriye dönük onulmaz yaralar açmışlardır. ABD ise tarihinin en zavallı dönemini yaşamaktadır. Bırakın dünyanın süper/hiper gücü olarak dünyaya yardım etmeyi kendi içinde maske yokluğundan ve sağlık hizmetlerinin astronomik rakamlarla ücretlendirilmesinden dolayı iç savaşa doğru sürüklenmektedir. Kısaca sağlık altyapısı, toplumsal dayanışma ve yönetici-yönetilen ilişkileri bakımından kâğıttan kaplan olduğu görülen bir ABD ve AB ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Tüm bu uluslararası konjonktürde Türkiye’ye baktığımızda her türlü tedbiri zamanında alan, atacağı adımların sonuçlarını önceden kestirerek hareket eden proaktif bir yönetim görüyoruz. Bunda pandeminin – gene isabetle alınan tedbirlerin de katkısıyla – ülkemize oldukça geç bir dönemde gelmesi, Çin başta olmak üzere bu felaketle mücadele eden ülkelerin tecrübelerinden faydalanılması, sağlık altyapısının sağlam olması ve Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’nin hızlı refleks verebilmesi olmuştur. Tabii en başta sağlık bakanımız olmak üzere işini çok iyi yapan bir kabinenin varlığı da başarıyı beraberinde getirmektedir. Bu sayede ülkemiz pandemiyi uzun vadeye yayarak çözümleme politikasını tercih etmiş ve sağlık altyapısını hizmet verebilir halde tutmak için salgının hızlı yayılmasına mani olmayı esas almıştır. Rakamlara bakıldığında bu politikanın son derece başarılı olduğu görülmektedir. Zira ilk vakanın görüldüğü 10 Marttan tam bir ay geçmesine rağmen vaka sayısını 50 bin, vefat sayısını bin ve yoğun bakım ünitelerinin doluluk oranını yüzde elli gibi –diğer ülkelere nazaran- son derece mahdut bir seviyede tutulabilmiştir. İyileşen hasta sayısının 3 binli rakamları bulmuş olması ise hepimiz açısından oldukça sevindiricidir. Buna ilaveten, yardım talebinde bulunan altmışa yakın ülkeye hibeler yapılmış, ülkeler maske savaşı verirken devletimiz parayla maske satılmasını yasaklayarak herkesin evine ve eline maske ulaştırmış ve nihayetinde Türkiye ülkesi ve milletiyle bu süreçten güçlenerek çıkabileceğini tüm dünyaya göstermiştir.
Ne var ki bu yazı kaleme alınırken otuz büyük şehir ve Zonguldak’ta – daha önce hiçbir uyarıda bulunmaksızın - alınan sokağa çıkma yasağı büyük bir şok ve şaşkınlıkla karşılanmıştır. Hafta sonu hiçbir ihtiyaç olmamasına rağmen –zira hafta sonu eve kapanma oranı yüzde doksanın üstünde seyrediyor - ve insanların sosyal mesafeyi ve izolasyon kaidelerini bir kenara bırakarak marketlere yönelmesi pandemi ile başından itibaren oldukça başarılı bir biçimde yürütülen mücadeleyi inşallah sabote etmez ve gölgelemez. Umuyoruz ki, okyanusu aşmışken – sokağa çıkma yasağı nedeniyle – derede boğulmayız.
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Prof. Hüsamettin İnaç
Korona günlerinde hayat ve dış politika
İnsanlık olarak hiç bilmediğimiz ve daha önce tecrübe etmediğimiz bir hayat formasyonundan geçiyoruz. Aralık sonu itibarıyla Çin’in Wuhan kentinden çıkan bir virüs, bugün küresel bir salgına yani pandemiye dönüşmüş durumda. Bu durum insanları sosyal izolasyona, her türlü temastan uzaklaşmaya ve nihayetinde çok sıkı bir karantinaya mahkûm bırakıyor. Çin başta olmak üzere ülkeler sanki farklı bir gezegene itilmiş gibi sahillerine gemilerin yanaşmadığı, fabrika bacalarının tütmediği, üretimin durduğu ve paranın dönmediği hayalet şehirlerden ibaret hale geliyor. Hiç bitmeyen ve milyonlarca insanın hayatına mal olan Ortaçağ veba salgınları döneminde İtalya’da ortaya çıkan ve “kırk gün” anlamına gelen karantina, hayatın garantisi olarak takdim ediliyor.
Özetle tüm dünya olarak durduk. Bu durma eylemine ölüm korkusu, belirsizlik ve kalanlar için gelecek endişesi eşlik ediyor. Bir boyutuyla –normal şartlarda- hızlı akan modern hayatın mütemadi/biteviye hengâmesi içinde durmak, bazen çok iyi ve elzem bir şey olarak görülmelidir muhakkak. Nitekim ünlü Fransız filozofu Alain, “düşünmek için durmak lazımdır” diyor. Hele hele baş döndürücü bir hızla, rekabeti, hırsın ve uzun emellerin belirlediği günümüz dünyasında durmak, nefes almak, geldiğiniz yeri hazmedip özümsemek ve sağlam ve şümullü bir muhasebenin ardından geleceği inşa adına yeni ve akıllı hamleler yapmak için bulunmaz bir nimet.
Aynı zamanda durmak, tefekkür için de geniş imkânlar sunmakta bize. Aslında bu hayatı yaşamadığımız, ancak sadece – yaşadığımızı zannettiğimiz-hayatın içinden geçip gittiğimizi gösteren bir ayna. Hiç ölemeyecekmiş gibi biriktirilen hırs ve emellerin içlerinin ne denli boş olduğu daha iyi anlaşılıyor bu Korona günlerinde. Paranın, iktidarın ve şöhretin naçar kaldığı ve bu parıltılı dünyalara sahip olanlarla yarına bir şey bırakamamış olanları eşit şekilde tehdit eden bir “sefalette eşitlik” parametresi artık Korona virüsü. Artık “durmuş” olan dünya, umulur ki, düşünmektedir ve herkes kendi payına dersini çıkartma arayışındadır.
Sanki tabiat da bu evrensel kolektif durma eylemini adeta sevinçle selamlıyor. Küresel ısınma, hava ve gürültü kirliliği, vahşi hayatla insan ardındaki itidal problemi ve müzmin ve bezdirici trafik olgusu gündemdeki ayrıcalığını yitiriyor. Terör, uyuşturucu, organ ve insan ticareti gibi güvenlik sorunları, ülkeler arasında kayıkçı kavgasına dönen kronikleşmiş sosyo-politik rekabet alanları ve - daha önce köşemize müteaddit defalar - taşıdığımız NATO, AB ve BM başta olmak üzere uluslararası örgütlerin geleceği, Doğu Akdeniz’de enerji paylaşımı, Libya’da Hafter terörü ve Suriye’de iç savaşın yaratığı kaos ve anarşi sanki hiç yaşanmamış birer kurgudan ibaret olarak algılanabilir. Ne oldu da dün tüm ajandamızı olanca ağırlığıyla işgal eden bu mevzular bugün birden rafa kalktı? Ne oldu da Korona virüsü hayatımızı ve geleceğimizi şekillendiren radikal bir parametre haline dönüştü?
Konunun uzmanları –bilimin soğuk ve ihtiyatlı diliyle- Çin yerel pazarlarında asla bir araya gelmemesi geren yabani hayvanların – kimine göre yarasa, kimine göre pangolin- ortak bir mekânda satılması ya da yenilmesinden kaynaklı bir virüs tarifi yapıyorlar. Haliyle bu izah, hiç de tatmin edici gelmiyor. Binlerce yıllık Çin mutfağının bu denli güçlü bir pandemiyi yaratabileceği –en azından bana- pek de inandırıcı gelmiyor. Her ne kadar SARS, MARS ve H1N1 gibi virüsler Çin patentli olsa da Ebola ve HIV Afrika kaynaklı idi. Hatta Trump’ın seçim şovuna dönüştürdüğü günlük ciddiyetsiz Korona hitaplarında kullanmaktan vaz geçmediği bir ibare var: Çin virüsü. Bunun ötesinde bu durumu ciddiye alıp Çin’e milyarlarca sterlinlik davalar açmaya hazırlanan bir Britanya gerçeğiyle de karşı karşıyayız.
Haliyle bilim dünyasının açıklamaktan aciz kaldığı bu korkunç olgu karşısında zihinler farklı çalışmaya başlıyor. İlk etapta hemen “komplo teorisi” (conspiracy theory) olarak görülüp çöpe atılabilecek ancak ufkumuzu zenginleştirme potansiyeli taşıyan varsayımlardan söz etmek istiyorum. Hem kim bilir belki komplolar da gerçekliğe dâhil olamaz mı ve büyük tablonun bir kısmını açıklarken gözden kaçan birtakım detaylar sunamaz mı? Bunların başında Amerika’nın virüsü kendi laboratuvarlarında üretip dronlarla Çin, İran ve İtalya’ya havadan boşalttığı varsayımı geliyor. Bu varsayımı güçlü kılan ise, virüsün en başta oldukça lokal bir intişar içine girmesi ve bu üç ülkenin ABD egemenliğine meydan okuyan alternatif bir düzenin içinde yer almaları. Hatırlanacağı üzere virüs, Wuhan’dan yayılmış ama küresel ticaretin ana damarları olan Pekin ve Hong Kong’da hiç varlık göstermemişti. Ne hikmetse Çin’den gelen virüs, en yakın komşular olan Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı pas geçmiş ve İran’a ulaşmıştı. Türkiye, Doğu Avrupa ve Balkanlara bulaşmaya tenezzül etmeyen virüs, birden İtalya’ya mitilini atıvermişti. Ayrıca ismi geçen üç ülkeden ikisi –Çin ve İran- Amerika’yı sıradan ve marjinal bir ülke haline dönüştürecek İpekyolu Projesi’nin ortakları değil miydi? Neden ABD, NATO’yu reddedip Avrupa Ordusu (PESCO) diye tutturan İtalya’yı vurmasındı? Nitekim Avrupa ordusunu talep eden Fransa Sarı Yeleklilerle terbiye edilmemiş ve İpekyolu projesinin bir diğer ortağı Rusya, petrole biçilen fiyatla perişan edilmemiş miydi?
Öte yandan Microsoft’un sahibi Bill Gates’in dünyadaki kaynakların sekiz milyar insana yetmeyeceği ve bu nüfusun azaltılması için biyolojik silahlara başvurulabileceği ve önümüzdeki savaşların konvansiyonel değil, biyolojik olacağı yönündeki söylemleri, bu kuşkuları tetiklemiyor mu? CIA ile bağlantısını gizlemeyen ve yukarıda sözünü ettiğimiz nüfus planlamasını Cehennem adlı romanında aktaran Dan Brown’un bugünkü durumu birebir tasvir eden ABD projelerinden başka romanlarında söz etmesi, bu virüsün biyolojik bir silah olarak üretildiği kuşkusunu perçinlemektedir. Daha da ilginç bir biçimde, -Dean Koontz 1981’de yayımladığı Eyes of Darkness (Karanlığın Gözleri) isimli romanında- Wuhan-400 adlı bir virüsten bahisle adeta bugünkü Korona virüsü ve verdiği tahribatı betimlemektedir. Buna bir de FBI’in geçen sene ABD’ye elinde virüs dolu çantayla girme teşebbüsünde bulunan Çinli işadamı hakkında raporunun düşmesi, üstüne üstlük Paris’te bulunan Pasteur Enstitüsü’nün 2003’te SARS, MERS ve CoVID-2 karşımı bir virüs üretme projesi için Avrupa Birliği’nden araştırma desteği alması eklenince kuşku yerini belirgin bir inanca bırakmaktadır. Ayrıca yakın zamanda ekranlarda yer alan Kore yapımı bir filmde Korona virüsünün –adını da vererek- nasıl ve niçin kurgulandığının diyaloglarla anlatılması ve hali hazırda FBI’ın başkan Trump’a virüs ortaya çıkmadan aylar önce brifing verdiğinin belgelenmesi ABD’de ve tüm dünyada büyük sansasyon yaratmaktadır.
Şu an için komplo gibi görülen ama hakikat olarak algılanması için sağlam temellere de sahip olan bu analizler, aslında geçmiş tarihsel tecrübeden de –fazlasıyla- destek almaktadır. Zira İlkçağlardan itibaren Ortaçağ Avrupa’sında ve daha yakın zamanlarda Avrupa’da biyolojik silahın ve öldürme amaçlı bakteri ve virüs kullanımının son derece yaygın olduğu ve bu durumun gayet normal olarak karşılandığı görülmektedir. Makalemizi uzatmamak için bu örneklere değinmiyoruz. Ancak bu konuda değerli araştırmacı ve yazar İbrahim Okur’un ve akademisyen Pınar Ülgen’in kitaplarını okumak faydalı olacaktır. Tabii bazı okuyucularımızın şu an ABD’de de Amerikan vatandaşları ölüyor ve hatta New York pandeminin merkezi oldu. Dolayısıyla bu iddiaları gerçek kabul etsek bile, ABD şüpheli olmaktan çıkıyor, dediğini duyar gibi oluyorum. Buna cevaben 11 Eylül 2001 terör saldırını hatırlatmak gerekir diye düşünüyorum. Zira ABD’nin bilgisi ve izni ile gerçekleştirildiği artık kanıtlanmış olan bu saldırılarda 3000 ABD vatandaşının ölmesinin Amerikan yönetimleri açısından hiçbir önemi yoktur. Eğer karşılığında Irak ve Afganistan’a girip dünya petrol trafiğini kontrol etmek söz konusuysa ABD, 3 milyon vatandaşını bile kurban edebilir. Burada komplo ile gerçeklik arasındaki asıl turnusol kâğıdı, aşı ve ilacın ne zaman piyasaya sürüleceğiyle alakalıdır. Önümüzdeki birkaç ay içerisinde virüs tehdidini tamamen ortadan kaldıracak aşı ya da ilacın bulunduğu dünya kamuoyuna ilan edilirse yukarıda sözünü ettiğimiz tüm kuşkucu yaklaşımların hakikatin bizatihi kendisi olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Zira normal şartlarda –uzmanlara göre- COVID-19 için aşı ya da ilaç en erken bir-bir buçuk yıllık zaman diliminde piyasaya sürülebilir. Zaten o zamana kadar böyle bir pandeminin yaşandığı bile unutulmuş olur.
Peki, ABD’nin – tüm bu iddialar doğru kabul edilirse – COVID-19’u üretip dünyaya musallat etmesinin nedeni nedir? Bu sorunun cevaplanmasında, ABD’de Trump etkisi (Trump effect) diye tanımlanan yeni yönetimin politikaları bize yol gösterici olacaktır. Trump yönetime geldiği ilk günden beri küreselcilere karşı savaş açmış ve içe dönmeyi ve korumacı politikaları çok katı ve istisnasız bir biçimde yürürlüğe koymuştur. Avrupa ve Çin’deki ABD şirketlerini geri çağırdı ve doları da mümkün mertebe içeri çekti. Bu durum tüm dünyada küreselleşme ve küreselleşmenin ideolojisi olan neo-liberalizmin sonu olarak yorumlandı. Kısaca, an itibarıyla korona virüsü Trump politikalarına yardımcı olmaktadır. Nitekim korona virüsü de küresel bir sorun olarak ortaya çıktı ama -Trump’ın önerdiği gibi- çözümler ulusal oldu. Öte yandan küresel ısınmanın İngiltere ve Kuzey Avrupa’da hayatı yakın gelecekte imkânsız hale getirmesi tehdidine karşı dünyanın altı ay kadar durdurulması fikri de tartışılmaktadır. Nihayetinde korku ve belirsizlik içinde yaşayan dünya kamuoyuna “işte aşıyı ve ilacı bulduk” nidalarıyla çıkacak ABD, tek devletli bir dünya imparatorluğu kurma amacına önemli ölçüde yaklaşmış olacaktır.
Öte yandan koronayla ortaya çıkan yenidünya daha fazla ırkçı, faşist ve hoşgörüsüz olacaktır. İkinci Dünya savaşından sonra ortaya çıkan düzen, nerdeyse tamamen çökmüştür. İspanya ve İtalya’da Avrupa Birliği bayrakları yakılırken, İMF ülke ekonomilerini nasıl çökerteceği ile ilgili planlar yapmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü küresel çaplı böyle bir felakete karşı nasıl mücadele edilmeyeceğini tüm beceriksizliğiyle sergilemiştir. Avrupa Birliği ülkeleri birbirlerinin sağlık malzemelerini çalmışlar, birbirlerine yardım için tesis edilen kurum, fon ve süreçleri işletmemişler ve aşırı bireysel ve acımasız bir siyaset izleyerek ilişkilerinde ileriye dönük onulmaz yaralar açmışlardır. ABD ise tarihinin en zavallı dönemini yaşamaktadır. Bırakın dünyanın süper/hiper gücü olarak dünyaya yardım etmeyi kendi içinde maske yokluğundan ve sağlık hizmetlerinin astronomik rakamlarla ücretlendirilmesinden dolayı iç savaşa doğru sürüklenmektedir. Kısaca sağlık altyapısı, toplumsal dayanışma ve yönetici-yönetilen ilişkileri bakımından kâğıttan kaplan olduğu görülen bir ABD ve AB ile karşı karşıya bulunmaktayız.
Tüm bu uluslararası konjonktürde Türkiye’ye baktığımızda her türlü tedbiri zamanında alan, atacağı adımların sonuçlarını önceden kestirerek hareket eden proaktif bir yönetim görüyoruz. Bunda pandeminin – gene isabetle alınan tedbirlerin de katkısıyla – ülkemize oldukça geç bir dönemde gelmesi, Çin başta olmak üzere bu felaketle mücadele eden ülkelerin tecrübelerinden faydalanılması, sağlık altyapısının sağlam olması ve Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’nin hızlı refleks verebilmesi olmuştur. Tabii en başta sağlık bakanımız olmak üzere işini çok iyi yapan bir kabinenin varlığı da başarıyı beraberinde getirmektedir. Bu sayede ülkemiz pandemiyi uzun vadeye yayarak çözümleme politikasını tercih etmiş ve sağlık altyapısını hizmet verebilir halde tutmak için salgının hızlı yayılmasına mani olmayı esas almıştır. Rakamlara bakıldığında bu politikanın son derece başarılı olduğu görülmektedir. Zira ilk vakanın görüldüğü 10 Marttan tam bir ay geçmesine rağmen vaka sayısını 50 bin, vefat sayısını bin ve yoğun bakım ünitelerinin doluluk oranını yüzde elli gibi –diğer ülkelere nazaran- son derece mahdut bir seviyede tutulabilmiştir. İyileşen hasta sayısının 3 binli rakamları bulmuş olması ise hepimiz açısından oldukça sevindiricidir. Buna ilaveten, yardım talebinde bulunan altmışa yakın ülkeye hibeler yapılmış, ülkeler maske savaşı verirken devletimiz parayla maske satılmasını yasaklayarak herkesin evine ve eline maske ulaştırmış ve nihayetinde Türkiye ülkesi ve milletiyle bu süreçten güçlenerek çıkabileceğini tüm dünyaya göstermiştir.
Ne var ki bu yazı kaleme alınırken otuz büyük şehir ve Zonguldak’ta – daha önce hiçbir uyarıda bulunmaksızın - alınan sokağa çıkma yasağı büyük bir şok ve şaşkınlıkla karşılanmıştır. Hafta sonu hiçbir ihtiyaç olmamasına rağmen –zira hafta sonu eve kapanma oranı yüzde doksanın üstünde seyrediyor - ve insanların sosyal mesafeyi ve izolasyon kaidelerini bir kenara bırakarak marketlere yönelmesi pandemi ile başından itibaren oldukça başarılı bir biçimde yürütülen mücadeleyi inşallah sabote etmez ve gölgelemez. Umuyoruz ki, okyanusu aşmışken – sokağa çıkma yasağı nedeniyle – derede boğulmayız.